Bill Gates'e Açık Mektup

Çok sayın William Henry Gates.


Bu satırları sizin bize sunduğunuz nimetlerinizden olan Microsoft Windows'un yüklü olduğu bir makineden yazıyorum. Bize 1985 yılından beri IBM'den sonra sunmuş olduğunuz bu yazılım ve yazılımlar gerçekten hayatımızı çok ciddi bir ölçüde kolaylaştırdı. Hele o "Görev Yöneticisi"niz... İnanılmaz gerçekten. Kimi zaman takılan bilgisayarlarımızda pencere kenarlarıyla falan ekranı masmavi yapabiliyoruz, hatta belki de "Explorer" hata verdiği zaman tıkladığımız an ilk önce ekranımız bembeyaz olurken, bir kaç saniye sonra da sadece duvar kağıdımızla gözgöze gelebiliyoruz. Ama o kadar kusur kadı kızında da olur...


Ayrıca belirtmeden edemeyeceğim. Ne zaman isminiz geçse aklımdan "Minesweeper"ı kazandığımız zaman, pencerenin üst tarafında beliren, güneş gözlüklü, "bad-ass" tip aklıma istemsizce geliyor.


Konuya geleyim. Ben çok amatör olarak, yazarlık, senaryo yazarlığı gibi meşgalelerle uğraşıyorum. Bir kaç yerden sağolsunlar başarılı olduğumu da söylemişlerdir. Ancak geleceğim olan bu uğraş belki de sizin yüzünüzden baltalanacak. Ve eminim benim gibi binlerce kişi bunu düşünüyordur.


Evet, tahmin ettiniz, zengin olduğunuz kadar zekisiniz de. "Solitaire"den bahsediyorum.

O küçük aptal kartlar yüzünden, kaç gencin ilhamı kaçtı, kaç ofisin kaç bilgisayarının kaç monitöründe bu oyun sırıtırken kaç emekçi kovuldu, işsiz kaldı, eve ekmek götüremedi, kaç yuva yıkıldı. Gecenin saat 2'lerinde 3'lerinde, finallere çalışmamız gerekirken, salyalar akıta akıta sol üstteki destelere tıkladık senelerdir. Yetti mi peki? Hayır. Daha da üstümüze gelmek zorundaydın değil mi? "Spider", "Hearts", "Freecell" falan. Ama sana bir şey söyleyeyim mi? Hiç biri "Solitaire" kadar bizden olmadı, olamayacak da.


Belki de makinelerin dünyayı işgal edeceğinin en mantıklı göstergesidir "Solitaire". Lütfen sana yalvarıyorum, bizi rahat bırak Bill. Solitaire'i de uninstall et şu cihazlarımızdan. Ekmeğimize dokunma Vilyım!


Saygılarımla

Utku Çalın


(Lan şu kupa 2'li de bi gelemedi!)

Bembeyaz (3 Ağustos)


“Keşke seni tanıdığım andan itibaren bilseydim sana olan borcumun ödenemez olduğunu. Çünkü seni reddeden kemiklerin tarafından kötüye kullanıldın ve beni bunu düzeltmem için çağırdın. Odaya girdiğimde seni kolunda o tüplerle görmek… Sana verilen morfin sırasında makinelerden gelen ses, ne kadar detoneydi. Seni yedirdiler, uyuttular. Ama bana dediler ki, içinde ne fırtınalar dönüyormuş. İnanmadım. Seni kontrol etmeye geldiğimde, sana gülümsedim. Bir süre konuşmadın. Donmuştun. Ses tonumdan nefret ettiğini söyledin, seni çok yalnız hissettiriyormuş. Sonra bana dedin ki, gitmeliymişim. Ama biliyor musun? İçimde bir şeyler benim orada, o hastane yatağının yanında kalmamı söyledi. Çıkıp gidebilirdim. Ama senin yanındaydım. Yanında huzursuz bir şekilde uyuyakaldım. Çünkü onlara inanamadım. Bana dediler ki; seni kurtarmanın hiçbir yolu yokmuş…”


Rüyasında sonsuz bir boşluk gördü. Karşısında hastası vardı, karısı. Keşke hasta olmasaydı. Keşke ona demeselerdi, sonunun yakın olduğunu. Her güzel şeyin bir sonu vardı, ama neden bu kadar erkendi ki? Neden oydu ki? Neden “suçsuz olan”? Şimdi ise karşısında duruyordu işte.

“Bırak işimi yapayım.” diye yalvardı. Sorun ne bilmiyordu ama içinden bir ses kalbinin altında olduğunu söyledi. Elini oraya doğru uzattı. Kız sadece irkildi. Buna izin veremezdi. Onun yalvaran sesi bile kulaklarını tırmalıyordu. Ona doğru uzanan eli, elinin tersiyle ittirdi. Ağlamaya başladı çölün ortasında.


“Özür dilerim. Seni kırmak istemezdim. Ama ne yaptığını görmüyor musun? Görmüyor musun konuşmaktan korkuyorum. Çünkü ses tonumdan nefret ediyorum. Çünkü seni kızdırıyorum. Biliyor musun? Sadece sen uyurken konuşabiliyorum. İşte o zaman sana her şeyi anlatıyorum; her nasılsa beni bir şekilde duyabileceğini hayal ediyorum. Bırak işimi yapayım.” dedi adam. Kız sustu. Adam elini uzatırken sadece izledi. Adam elleriyle içinden, kalbinin altından simsiyah bir kurşun çıkarırken kız sadece izledi. Adam ellerinden kanlar damlamasına rağmen gülümsedi.


“İyileştirdim seni!” diye sevindi adam.


“Keşke bu kadar kolay olsa.” diyebildi kız sadece, bembeyaz elbisesine tezat oluşturacak koyulukta bir kan damlası damlarken.

Adam irkilerek uyandı. Kız yanındaki yatakta yatıyordu. Bu sefer uyuma sırası kızdaydı. “Rüyalarında bir katilim, korkunç bir adamım etrafında dolanan. Sen uyanıkken ise imkansızım, acizim, seni sürekli hayal kırıklığına uğratıyorum.” diye fısıldayabildi ancak. Yatağın etrafına bakındı, ailenin gönderdiği ufak biblolara göz gezdirdi. En son baktığı şeyde de o vardı, bir çerçeve içinde kızın resmi. Kendini o zaman, kızın yatağının kenarında hapis hayatı yaşayan bir ağıt şarkıcısı gibi hissetti. “Seni kurtarmak için, o içindeki kurşunları seve seve alıp, kendi kalbime yerleştirirdim.” diye düşündü, iç çekti. Belki de her şeyin sonu olacak o gözyaşlarından birini dökerek havaya baktı.


“Birisi, herhangi bir kimse bana bunu nasıl durduracağımı söylesin. Çığlık atıyor, acı çekiyor, sonu geliyor ve buna ben sadece şahit olabiliyorum. İliklerim donuyor, hastalıklı gibiyim, acizim bu odada. Ben burada, onun yanında yattığım sürece kimse onu kurtarmaya gelemeyecek…”


***


Kız çölün ortasındaydı.


“Çıkar beni. Beni çıkar. Bu olanları sonlandıramaz mısın? Kapıları kapatsan onların suratına, gitmez mi bu bela? Kurtar beni. Beni kurtar. Bütün bu olanlardan beni koruyamaz mıydın? Beni buradan kazıp kurtaramaz mısın?”


Çığlıklı sesi her yanı sardı.


Adam doktorların sesini duyarak uyandı. “Yeter artık!” diyorlardı. O bu makineye bağlı kaldığı sürece acı dolu bir ölüm onu bekleyecekti.


“Kapatmalıyız makineyi, onu kurtarmanın bir yolu yok.” Kız hala yanındaydı. Adam doktorları yine dinlemedi, ona veda etmenin bu kadar zor olmasını anlamalarını bekliyordu. Fişin çekilmesini istemiyordu.


“Bu kadar mutsuz olmaya başladığımız günleri hatırlıyor musun?” Cevap gelmedi. Cevap beklemiyordu da zaten. “Gümüş alyansları takmıştık, kimse alkışlamıyor gibiydi. Sonra buralara taşındık, hayal kırıklığına uğradık. Uykularımız bozulmuştu, rüyalarımız birleşmişti. Hatta hatırlıyor musun? Sen bütün hastanelere özgeçmişini yollayıp duruyordun. Ne acılı bir süreçti...


…Şimdi burada başbaşayız. İçeri doktor girdiğinde birimiz ölecek. Fiş çekilecek. Kimse bizi düzeltemez, kimse yapamaz bunu. Kimse bizi dinlemez “Yapma” dediğimizde, kimse bizi anlamaz. Bırakalım girsinler içeri.”


***


Birden bütün makineler sustu. Monitörler sadece son bir kere daha öttü. Adama hastanedeki bütün yataklar boş gibi geldi. Kendinin yattığı yatak hariç. Hareket edemiyor gibiydi. Adam yatağa daha sıkı yerleştiğinde yanında hayal meyal karısını gördü… Kadın, adamın kolundaki o aptal hastane bilekliğini çıkardı. Yüzüğünü de adamın avucunun içine sıkıştırdı.


Adam kendi üstüne başına baktı. Bembeyaz hasta kıyafetleri. Kollarında serumlar. Kaburgaları parçalanacak gibiydi. Hasta olan kendisiydi.

Kadın doktor kıyafetleriyle ona yaklaştı. Adam ondan başka kimseyle konuşmak istemiyordu. Sanki herkes onu sivri pençeleriyle bekleyen düşmanlarıydı. Zaten serumlar yüzünden hareket etmek zorlaşıyordu. Kendini iyiden iyiye kapanda hissetti:


“Doktorlar girdi değil mi? Bak kolaymış aslında.” diyebildi adam. Artık süresi daha da azdı. Zaman ona hiç doğru gibi gelmiyor gibiydi zaten. Zaman sadece onu karısından ayıracak sivri pençeli bir düşmandı:


“Konuşmaktan korkma, başkasının yerine konuşma. Zayıfken pazarlık etme, seni suçlamalarına izin verme. Bazı hastalar kurtulamaz, bunun sorumluluğu sana ait değil…


…Kimsenin senin bunu hak ettiğini söylemesine izin verme.”


Birden adam sustu. Nefesi son bir kere daha çıktı.


Rahat bir nefesti.


not: işbu yazı The Antlers'ın Hospice albümüyle uyumlu bir şekilde yazılmıştır.

Ay Burcu Erkeği (25 Temmuz)

*Önündeki iki deliğinden su fışkırtan bi kamyon (böyle bir şey olduğunu bile bilmiyordum) temizliğe devam ederken bir yaz pazarı gecesi klasiği olan yazıma başlamış bulunuyorum. Monitörlerini yeni açan seyircilerimiz için belirteyim, şu yazıyı okuduğunuz sayfanın oralarda başka notlarımı görebiliyor olabilirsiniz, onlar eski yazılar işte.


*Bu sefer biraz daha ruhluyum heralde. Geçen sefer fazlasıyla realisttim. Geçen haftalarla aynı şarkıları dinlediğime göre bana bağlı bir şey demek ki bu, bi de hani derler ya “ayh terazi burcu erkeği değil mi? hepsi bi dengesiz bi dengesiz ayol” falan tarzında laf esprili burç tahminini haklı çıkarmış oldum. Bu aynı tezlere birçok örnek var aslında. Mesela “kova kadını, bak içinde neler neler dönüyor onların” ya da “boğa erkeğiysen boynuzlanmaya mahkumsun” hatta ve hatta “başak burcu değil mi, hafif tüylü oluyo onlar” gibi gibi şeyler. Ve evet anlamıyorum burç yorumlamalarından.


*Biraz önceki paragrafı yardırırken, havaya bir göz gezdiriverdim öylesine. Ya da “Mono” dinlemek bana bunları yapıyor. Gökyüzünde an itibariyle (00.59) turuncu bulutlar var. Güzel bir görüntü hakikaten. Ancak ay göremedim bugün, ona bozuldum biraz. Ay bana hep bazı şeyleri, belki de bazı insanları çağrıştırır. Ay ordayken derim “yalnız değilim” diye. Ay bu geceki gibi eğer beni izlemiyorsa gökyüzünden cidden huzursuz olurum, yalnız kalırım. Ayı bu kadar sevdiğimi bilmezdim ama anlam kazanması güzel bir şey. Hep bana güzel şeyleri anımsatıyor. O yüzden mesaj da atarım “ay var!” diye. Ay var!


*Mono dinliyorum dedim, evet, “Burial at Sea”. Ancak orkestral versiyonları. Bu albüm cidden tüyleri diken diken ediyor.


*Anlam kazandırmaktan da bahsetmişken, ona da geleyim. Anlam kazandırma isteğim acaba yalnız kalmaktan korktuğumdan mı? Hatta korktuğumuzdan mı (yazar burada salaklığını bütün okuyucuya mal etmeye çalışıyor)? Bilmiyorum olabilir ama bu biraz bencilce aslında. Hani “aman hacı yalnız kalmayayım, üzülürüm yoksa” falan diye. Galiba ben, benim için “her şeyden daha değerli” olmuş kişiyi her zaman yanımda hissetmek isterim. “İsterim” demek de bencilce oldu ama. Aman bencilim lan tamam.


*CS Lee’nin ne güzel bir lafı vardı ya “You don’t have a soul, you have a body. You ARE a soul.” diye. Hep her yerde duymak, her yere yazmak falan isterdim. Ne güzel. Yerim ben onu. (Mono – Are You There?).


*Ruh muh falan demişken de diyeyim. Uma Thurman’lı Alfa Romeo (Alfa Romeo’ydu galiba) reklamına gelin gitmek istiyorum resmen. “Ruhumuz olmadan birer makineyiz” tarzında bir şeyler vardı. Onu da bilahare yerim (Oha “bilahare” dedim).


*Yalnız bugün güzel temizlediler. Hiç koku çıkmadı.


*Amy Winehouse da ölmüş. Ama aklıma Hıncal Uluç geldi. Bi daha sanatçı ölümlerinde “su testisi” yorumunu yaparlarsa, “şu testisi” kafalarında kıracam.


*Şeyi de sevmiyorum. 18-19-20 yaşlarındaki kişilerin “O kadar şehit verdik, gençler hala festivale gidiyor”, “hala Amy’ye üzülüyorlar”, “efendim hala köşe başlarında döner yiyip o döneri afedersin bi de onu umarsızca sıçıyorlar” falan tepkilerini vermesini. Yani diğerleri üzülmedi mi? Dün (farazi bir zaman) oğlu veya kızını kaybeden bugün (farazi bir zaman + 1) yine bir düğüne gidebiliyor. Keşke böyle şeyler olmasaydı. Benim bile şu kıçımı kaldıramayan yapımla, kin tutamayan yapımla gidip “intikam!” diye bağırarak demokrasi getiresim gelmişti. Ama cidden olmuyor böyle. 7/24 yas tutamayız. Hayat cidden çok boktan zamanlara düşse bile devam ediyor. Düşününce bile binlerce yıllık insanlık tarihinde herkesin “soyut”, gözle görülemeyen, “yaptım olacak” şeklindeki sınırları yüzünden kaç insan heba oldu. Soyut hacı. Yani yapacak hiçbir şey yok.


*Oslo’ya çok çok üzülüyorum.


*O değil de soyut moyut olaylarına da girdim ya şuncacık beynimle, kendi kendime John Lennon’cılık oynadım ya. Beceremedim. (…gülümsemesi, hayellerin gerçek oluşu)


*Genel olarak böyledir işte. Bir takım değişiklikler bekliyorum. Spora başladım. Mutlu olucam, umutluyum. Kıytırık bir park havuzuna, sonuçlarının somut değerden daha fazla olması dileğiyle, 5 kuruşluk bir dilek dileyerek para attım. Umutluyum. Huzurlu değilim zira sıcak. Ama olacak elbet bir şeyler. Kış bile gelecek. “Moonlight” bile yeniden çıkacak. Sadece her gece bir gün daha sabretmemizi kendimize öğütlememiz gerekiyor.


*Şu albümün son 3 şarkısı da bitsin ben de yatarım. Hepinizin gecesi bi öncekinden kat kat daha iyi olsun.


*Ay görebilseydim iyiydi ya.

Tatlı Rüyalar (18 Temmuz)

Bir Pazar daha oldu bitti. Balkonun sol taraflarından gelen yoğun çöp kokusu yine tüm atmosferi rehin aldı. Ama bu Pazar’ın değiştirdiği bir şeyler var. Aslında o önceki iki neşeli yazı gibi değil de sanırım biraz daha ağır bir şey olacak bu yazı. Bu galiba ya arkada çalan fon müziklerimden, ya da artık iyice sıkılmamdan kaynaklanıyor. Çünkü kafaya takılacak çok şey var. İlk olarak kendime verdiğim sözleri tutmuyorum mesela. Madem iş bulamadım en azından “bu yaz şöyle yapmalıyım” dediğim şeylerin ucundan tutmam gerekti. Lakin tembellik gerçekten 7 ölümcül günahtan biri.


Ağır olmamın bir diğer sebebi de, “özlem” duygusunun giderek ciddi bir boyut alması. Benim için çok önemli olan kişileri çok çok özlüyorum. Ne güzel onlar da bana “abartıyosun Utku, nasıl bu kadar yoğun olabilir ki duyguların” demeden bana karşılık veriyor. Maalesef tabi her saatte, her istediğimle görüşme şansım yok. O yüzden umarım bu bekleyişe değer ve Ankara’da görkemli bir geri dönüş gerçekleşir.


Ankara demişken; ev, anakara… Ankara’nın benim için bu kadar önemli bir yer olacağı zerre aklıma gelmezdi. Hem de profesyonel bir İstanbullu olarak… Hiçbir zaman senelerdir yaşadığım Antalya’yı bana yakın görmemişken, Ankara’ya iki sene içinde kolaylıkla “evim” diyebildim. Ankara galiba ruhumun kilometrekarelere dökülmüş hali, anima’m.


Ama çok da üzgün değilim. Çünkü pesimist olarak bakmıyorum, günlerin çabuk geçtiğinin farkındayım. Hatta şaşırtıcı bile oluyor bazen bu. Tabi bazen sabah uyanıp “bugün çok zor geçecek” dediğim günlerde çok oluyor. Nitekim zor da geçiyor tabi. Ancak öyle ya da böyle, kalp atmaya devam ederken atlatabiliyoruz o günleri de…


(Saat 1.33, kapalı pazar temizliğinin gürültüsü hala çok güçlü.)


Ekim gelecek. Farkındayım ki kavga, gürültü, bıkkınlık olsa bile en kötüsü henüz başımıza gelmedi. Ölene kadar da gelmeyecek gibi görünüyor. Özlemek, sonunda kavuşacağını bildiğin için tatlı. Özlemek, hala sevebildiğini sana öğrettiği için tatlı.


Tatlı şeyler olacak.


Tatlı rüyalar…

Pazar Sürprizi (11 Temmuz)

Evet, Pazar günü bitti gibi. Bak yine Pazar pazarı gürültüleri geliyor. Çöp kamyonlarının senfonisine cırcır böceklerinin o uyumlu korosu eşlik ediyor. Ya da her şey bana ekstra sanatsal geliyor ne bileyim.


Yine sanırım en büyük eğlencem, kaynağım televizyonlar. Zira kanalların çok komik isimli yabancı film yayınlama saatleri gelmiş. Basit bir denklemle açıklayacak olursak; x= lokasyon, y= olağandışı gidişat belirteci üzerinden “x y” formülünün geçerli olduğu isimler. Cümle içinde kullanacak olursak “ben bugün lokasyon gördüm”.


Hayır hayır demek istediğim film isimleri “Uçakta Panik”, “Trende Şok”, “Ahırda Tehlike” falan tarzı çeviri harikası filmler. Yani senarist otursun otursun yazsın, isim düşünsün “The Meaning” falan gibi derin bir isim koysun, sonra gel sen onu “Ürkünç Mesaj” yap. Tabi böyle bi film var mıdır bilmiyorum. Hatta bu düz isimlere bir örnek koskoca Samuel Levent Jackson (o ortadaki “L” harfini açıkçası hiç merak etmedim) filmi “Snakes on a Plane”… Türkçeye nasıl çevrildi acaba?


O değil de yerel kanallara sarmak istiyorum “TV 58”, “Türkmeneli” falan…


Ben naptım? Arkadaşlar sağolsun, tuttular elimden denize götürdüler beni. Tamam belki bu “huzurevi sakini” imajım fena ama çok sıcak be okur (nüfus: 2) napayım?


İşte denize gitmek, yanmak falan. O tür ortamlarda huysuz olurum genelde, “hadi gitmiyo muyuz?” “yeter artık biştim”, “tamam bari ters çevirin” falan tarzında serzenişlerde bulunurdum. (Tam bu sırada Bülent Ersoy’un martı sesine benzeyen ve “guvahak guvahak” şeklinde tezahür eden kahkahası televizyondan geldi, bu sefer de korkuttu). Ancak bu sefer şikayet etmedim çünkü hem arkalarda bir yerde bulunan kız çok güzeldi, hem de çok güzeldi. Bu ikilemeyi tatlı olayım diye yapmadım, kendimce iki neden bulmadan cümleye “hem” diye başlamamın cezasını çektim.


Ha bu arada yanmışım evet. Zira dokununca acıtan yerlerim var. Bak kalbim mesela… Hissedebiliyor musun onu bakışlarınla? Dokunabiliyor

musun mısralarıma ellerinle?


Sözün özü, iş arıyorum. Sanırım 12 ay yapabileceğim bir çeviri işi varmış. Yarın (pazartesi) ona başvurmayı düşünüyorum. Düşünüyorum değil, yapıcam sanırım.


Şu an televizyondaki bol ses ve uçuşan görüntü efektli ve nedense orta çağdan kalma bir kaleden sunuluyormuş gibi görünen magazin programından öğrendiklerim şunlar; 1) Ahu Tuğba gitgide Marsha Klein’a benziyor 2) Dış sesteki eleman 7/24 kabız sanırım 3) Hilal Cebeci


Hadi tamam Akıllı TV’de kedili video saatleri gelmiş. Ben gidiyorum.

I Need Some Help Over Here (4 temmuz günü yazılmıştır)

Ne olmuş bakayım? 4 Temmuz ikibinonbir olmuş. Amerigan bağımsızlık gününü de bu vesileyle kutlayayım çok umurumdaymış gibi. Baştaki soruyu şu yüzden sordum, günler boyunca bıdır bıdır “ay yok şöyle kötüyüm”, “şu kadar çaresizim”, “ekim gelse de Ankara’ya dönsem” diyen bünyem ne durumdadır bir durum değerlendirmesi yapalım.

4 Temmuz itibariyle ilginç bir coğrafi konumda bulunan evimin balkonundan yazıyorum. Saat 00.08 olmuş. Hemen balkonun sağ tarafı bir Pazar günü klasiğimiz olan, “Kapalı Bazar Çileleri” adlı senfoniyi seslendirmekte. Belediye işçilerinin süpürge ve faraşlarının o büyüleyici sesleri ve insanı kendinden geçiren pazar sonrası çürük meyve-sebze kokusu etrafımızı sarmış durumda. Direk bitişiğimizde de cami var. Tek isteğim şu an ezan okunmaması. Zira korkudan sıçrayıp sandalyemden düşebilir ve geceme macera katabilirim. İmamın evimizin salonundan canlı yayınla elinde megafon şeklinde “VUALLAAAAH” şeklinde bir girizgah yapmasını hoş karşılayacağımı sanmıyorum.

Salon demişken odam yani. Zira kendime ait bir oda olmadığı için –neredeyse- 7/24 Show Turk’ün, Almancı Türklere yönelik “Gurbetçilere müjde! Kuaför ve cilt bakımı artık mahallenize geldi! Zıvaynengerştrase 76 numarada, Türkayişen Pıratisyeren Kuaför açıldı” tarzında reklamlarının bize ulaştığı televizyonla beraber salonda yatıyorum.

Sıcak ve nemli havadan dolayı da kendimi Vietnam’da hissetmem normal. Zira kesinlikle evimiz metrekareleri içinde bir “boot-camp” havası mevcut. Yemeğini yap – kendin ye - ekmek al – yalnız kalma ilkelerinin hunharca benimsendiği bu Saigon atmosferinde “sabahları Napalm kokusuna” bayılmıyoruz ancak pazardan gelen bozuk koku nedeniyle içimizin geçtiği oluyor. Ancak imam sağolsun “HAYYEEAAA!” nidalarıyla bizi kendimize getirebiliyor.

Ben de yazıyorum. Zorlu duygusal şartlarda yazılan yazılar daha bereketli olur derlerdi. Fakat ben hala “Türkün aklı ya kaçarken ya da sıçarken gelir” safhasındayım. Kaçılacak bir şey bulamadım ancak diğerinde halen çamaşır suyu arkası okuyorum, ne kadar yaratıcılığımı etkilerse.

Yalnız hissettiğim için çoğu zaman yaptığım şey bellidir. Mesac çekmek için telefona sarılırım. Ancak tam bir ikili ilişki ve arkadaşlık özürlü olduğum için ürkütücülük yaparım. Mesaj alışverişim genelde şu şekilde cereyan eder; Ben – karşımdaki insan – ben – karşımdaki insan – ben – ben – ben – ben (“niye yazmıyirsin ki yav ehe ehe” üslubuna giderek yaklaşmak).

İşten çağırılmadım. Param yok. Rock N Coke’u ekeceğim gibi şehir içine de bi kaç bişeyler falan içmek için zor çıkıyorum.

“ALLAHIN RIZASI İÇİN BU YAZIYI BEĞEN, PAYLAŞ, YORUM YAZ…” ki orada olduğunu anlayabileyim ey iki gözlü, sol eli suratında olan şahıs.

Bi de aradan onca senelik yaşanmışlık geçmesine rağmen Tori Amos’a hala aşığım. Türkiye’ye gelme Tori, bi de seni kaçırmaya dayanamam.

Aha tır geçti…

NOT: O bakımlardan rahatsızlık için kusura bakmayın.

NOT-2: Rock N Coke'a gidecekler bilmeseler bile lüffen, favori gruplarıyla aynı saate denk gelmezse Mogwai'ye gitsinler. Benim için en azından...


I Need Some Help Over Here (4 temmuz günü yazılmıştır)

Ne olmuş bakayım? 4 Temmuz ikibinonbir olmuş. Amerigan bağımsızlık gününü de bu vesileyle kutlayayım çok umurumdaymış gibi. Baştaki soruyu şu yüzden sordum, günler boyunca bıdır bıdır “ay yok şöyle kötüyüm”, “şu kadar çaresizim”, “ekim gelse de Ankara’ya dönsem” diyen bünyem ne durumdadır bir durum değerlendirmesi yapalım.


4 Temmuz itibariyle ilginç bir coğrafi konumda bulunan evimin balkonundan yazıyorum. Saat 00.08 olmuş. Hemen balkonun sağ tarafı bir Pazar günü klasiğimiz olan, “Kapalı Bazar Çileleri” adlı senfoniyi seslendirmekte. Belediye işçilerinin süpürge ve faraşlarının o büyüleyici sesleri ve insanı kendinden geçiren pazar sonrası çürük meyve-sebze kokusu etrafımızı sarmış durumda. Direk bitişiğimizde de cami var. Tek isteğim şu an ezan okunmaması. Zira korkudan sıçrayıp sandalyemden düşebilir ve geceme macera katabilirim. İmamın evimizin salonundan canlı yayınla elinde megafon şeklinde “VUALLAAAAH” şeklinde bir girizgah yapmasını hoş karşılayacağımı sanmıyorum.


Salon demişken odam yani. Zira kendime ait bir oda olmadığı için –neredeyse- 7/24 Show Turk’ün, Almancı Türklere yönelik “Gurbetçilere müjde! Kuaför ve cilt bakımı artık mahallenize geldi! Zıvaynengerştrase 76 numarada, Türkayişen Pıratisyeren Kuaför açıldı” tarzında reklamlarının bize ulaştığı televizyonla beraber salonda yatıyorum.


Sıcak ve nemli havadan dolayı da kendimi Vietnam’da hissetmem normal. Zira kesinlikle evimiz metrekareleri içinde bir “boot-camp” havası mevcut. Yemeğini yap – kendin ye - ekmek al – yalnız kalma ilkelerinin hunharca benimsendiği bu Saigon atmosferinde “sabahları Napalm kokusuna” bayılmıyoruz ancak pazardan gelen bozuk koku nedeniyle içimizin geçtiği oluyor. Ancak imam sağolsun “HAYYEEAAA!” nidalarıyla bizi kendimize getirebiliyor.


Ben de yazıyorum. Zorlu duygusal şartlarda yazılan yazılar daha bereketli olur derlerdi. Fakat ben hala “Türkün aklı ya kaçarken ya da sıçarken gelir” safhasındayım. Kaçılacak bir şey bulamadım ancak diğerinde halen çamaşır suyu arkası okuyorum, ne kadar yaratıcılığımı etkilerse.

Yalnız hissettiğim için çoğu zaman yaptığım şey bellidir. Mesac çekmek için telefona sarılırım. Ancak tam bir ikili ilişki ve arkadaşlık özürlü olduğum için ürkütücülük yaparım. Mesaj alışverişim genelde şu şekilde cereyan eder; Ben – karşımdaki insan – ben – karşımdaki insan – ben – ben – ben – ben (“niye yazmıyirsin ki yav ehe ehe” üslubuna giderek yaklaşmak).


İşten çağırılmadım. Param yok. Rock N Coke’u ekeceğim gibi şehir içine de bi kaç bişeyler falan içmek için zor çıkıyorum.


“ALLAHIN RIZASI İÇİN BU YAZIYI BEĞEN, PAYLAŞ, YORUM YAZ…” ki orada olduğunu anlayabileyim ey iki gözlü, sol eli suratında olan şahıs.

Bi de aradan onca senelik yaşanmışlık geçmesine rağmen Tori Amos’a hala aşığım. Türkiye’ye gelme Tori, bi de seni kaçırmaya dayanamam.


Aha tır geçti…


NOT: O bakımlardan rahatsızlık için kusura bakmayın.

NOT-2: Rock N Coke'a gidecekler bilmeseler bile lüffen, favori gruplarıyla aynı saate denk gelmezse Mogwai'ye gitsinler. Benim için en azından...


5 TeLe - 2


22. Uluslararası Ankara Film Festivali'nin birkaçıncı günü de geride kaldı ve bütçeme göre filmlere gitmeye devam ediyorum. Bu sefer mekanım Batı Sineması, ki ilk defa gidiyorum gerçeği söylemem gerekirse. Çok sıcak, samimi, iddiası olmayan ama sanırım festival için de biraz yetersiz bir salon. Pek bir restorasyon yapılmamış anladığım kadarıyla, olsun yine de filmin içine girebiliyor insan.

19 Mart'ta Carancho / Akbaba'ya, bir kaç gündür iple çektiğim filme gidecektim. Sabah gün güneşli, insanlar neşeli, sen de gel oyna, susam sokağına. Bu güzel sabah kahvaltıyı dışarda edeyim bari diye düşündüm. Şehre gittim, kahvaltı için kısıtlı bir sürem olduğunu anlayınca "iyi o zaman ya filmden çıktıktan sonra yerim bari" dedim.

Demez olaydım.



Filmin yarısında açlıktan doğan tansiyon düşmesinden dolayı salondan dışarı attım kendimi. O yüzden 19 Mart 2011 tarihi 14.30 saati Batı Sinemaları salon 1'de kim varsa verdiğim 10 saniyelik rahatsızlıktan dolayı özür dilerim. Halbuki film harka gidiyordu. Tansiyonumun düşmesine değil de, güzelim filmin kaçmasına üzüldüm.

Neyse işte dışarı çıkınca da bisküvi falan yedim, sonra esaslı bir yemek yiyip kendime geldim. Filmi de dün (20 Mart) izleme şansını yakaladım. Şimdi dönelim Carancho'ya;

Carancho / Akbaba

Festivalin resmi sitesinden bir alıntıyla başlayalım;
Arjantin’in en başarılı yönetmenlerinden biri olan Trapero, 2008 yapımı Leonera’dan sonra Arjantin sokaklarındaki şiddete dikkat çeken yeni filmiyle sahneye dönüş yapıyor. Arjantin’de her yıl sekiz binden fazla insan trafik kazalarında yaşamını kaybetmektedir. Her trajedinin ardında, sigorta şirketlerinin tazminatları ve yasaların zayıflıklarıyla desteklenen bir endüstri bulunmaktadır. Avukat olan Sosa, olası müşteriler arayışında devlet hastanelerinin acil servisleri ile karakollar arasında mekik dokuyan bir carancho, yani akbabadır. Luján ise aynı bölgede çalışan genç bir doktordur. Sokakta karşılaştıkları gece, Sosa ile Luján arasında bir aşk başlar. Lujan, bir adamın yaşamını kurtarmaya çalışırken, Sosa ise aynı adamı “avlamak” için uğraşmaktadır. Yeniden çekim haklarının Hollywood tarafından satın alındığı film, Arjantin’de çoktan kurumsallaşmış bir suç faaliyetinin gerçekçi bir portresini sunuyor.
Bu konu özeti, dikkatimi çeken unsur oldu. Yani genelde, festival filmlerine konuya bakılarak gidilmez belki ama bu özellikle çok hoşuma gitti. Nitekim de, filmin teknik detaylarından çok konusu, kurgusu öne çıktı. İnsan "vay be yönetmen şurdan şöyle yapmış, ordan da öyle hmm" falan diye düşünmektense "Sosa! Anam iyi misin lan?!" falan gibi olabiliyor. Çünkü gerçekten hem orjinal hem de sürükleyici bir metin.



Arjantin meşhuru yönetmen Pablo Trapero da bu Coen kardeşler-vari metni, karanlık ve etkileyici yöntemleriyle yolluyor seyirciye. Karanlık demişken, film cidden karanlık. "Çünkü hayat karanlık, yeğen!" geyiği yapmak istemiyorum ama film karanlık olduğu kadar da gerçek.

Azıcık da oyunculara gelelim, Ricardo Darin'i tanımıyordum. Ancak büyük bir hata yapıyormuşum demek ki, sağda solda güzel yorumlar okudum kendisiyle alakalı. Kendi gördüğüm kadarıyla da hani bu filmde öyle olağanüstü bir oyunculuğu olmayabilir belki ama sade, öz, güzel bir performans sergiliyor.

Sonuç olarak festival kapsamında olmasa da görülesi bir film kesinlikle. Gidin, izleyin derim. 23 Mart Perşembe akşamı saat 19.15'te Kızılay Büyülüfener'de tekrar gösterilecek. Güzel bir salon. O akşam işi olmayan can sıkıcılar için bir zorunluluk olsun bu film.

Filmin trailer'ı burada.

Perşembe günü de, Siyah Beyaz uzun metraj, Celda 211 uzun metraj, Başka Bir Evren kısa filmleri gibi üç seanslık mükemmel bir maraton yapıyorum. Maratondan sonra özel "5 TeLe" ile geri döneceğim. Üstünüzü iyi örtün anacım...

Dipnot: Bu arada ucuzluk diye heralde filme çok acayip tipler gelmişti. Tam bir "Transformers" ya da "Recep İvedik" tarzı filmler izleyicileri vardı iki tane. Biri diğerine "Soysuzlar Çetesi'ni beraber izlemiştik di mi?" dedi. Diğeri "ben sevmedim la onu, tarihi olayı çarpıtmışlar ya" dedi. Öteki "Zaten kızlar Brad Pitt için gidiyo ehe ehe" dedi.

"Tarihi olayı çarpıtmışlar" ne la?


Yediğim bisküvi "Gofredo"yu ararken bu çıktı.

5 TeLe -1

Efendim günlerdir de bas bas bağırdığım üzere 22. Ankara Uluslararası Film Festivaline ilk adımımı atmış bulunmaktayım. Onun sonrasında ise malum gündemde olan Galatasaray - Fenerbahçe münasebetini izlemek için de filme verdiğim paranın aynı miktarını vererek Beycafe'ye doğru yola çıktım. Amacım kitlesel bir afyon olan futbol oyununun, hümanist bir işlevle, faklı dil, din, ırk, kültür grubuna ait olan insan beynindeki uyarıcı nöronların dışa vurumunu gözlemek değil, baya bildiğin maçı izlemekti. Neyse ama konu bu değil. Festival süresince devam edecek olan 5 TeLe'nin bugünkü konusu;

Kak Ya Provel Etim Letom / Bitmeyen Yaz



Festivalin açılış seremoni günü geçti ayın 17'si itibariyle ve ilk aksiyon gününde gösterilen bir filmdi Rusya'nın bu seneki gururu olan "How I Ended This Summer". Ve şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki açılış için direk beni tetikleyen bir film oldu. Önce kendi izlenimlerimi aktarayım. Kendi fikirlerimi. Şöyle söyleyeyim; uykusuz gitmeyin. Hele normal bir Hollywood izleyicisiyseniz, 10 saat falan uyuduktan sonra gidin. Gerçi ben 3 saat uykuyla gitmeme rağmen uyumadım mesela. Bir de film sırasında beni etkilemezken, yazdığım şu saatlerde (23.38 - Filmden 7 saat sonra) film hakkında araştırma yaparken "çok güzel ya" efektlerini çıkardım. Hatrımda kalacak filmlerden bir tanesi kesinlikle ve böyle bir açılış yaptığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Beklemediğim kadar güzel geçti ve açıkçası sürpriz oldu.

"Kak Ya Provel Etim Letom" Berlin, Chicago, Londra, Sydney gibi ünlü film festivallerinden ödüllerle dönmüş bir film. Berlin Film Festivali'nde başrol oyuncusu Gregory Dobrygin "En İyi Erkek Oyuncu" dalında Altın Ayı'yı kaptı. Ve sonuna kadar haketmiş gördüğüm kadarıyla. Kendisinin de ilk sinema filmi. Şok oldum.

Filmde ilk dikkatimi çeken şey, zerre abartı olmaması hiç bir şeyde. Yani bu kontrol genelde setin kendisinde mi vardı, yoksa Sibirya'da süren çekimler mi bu duruma itti bilemem ama oyuncular, olay akışı, teknikler falan o kadar doğaldı ki... Film içinde insanoğluna ait bütün duygular olmasına rağmen, her şey o kadar ince işlenmiş ki, hani en ufak bir dengesizlik bile göremiyoruz.

Statik uzun çekimler, ağır işleyen bir olay örgüsü, ama akıcılığı ve görsel güzelliği sayesinde zerre kadar bir rahatsızlık vermiyor.


Neyse, filmin konusunu şöyle bir çıtlatırsam, Sergei ve Pavel kutupta bir istasyonda, kimyasal ölçümler yaparak çalışan delikanlılardır. Stajyer Pavel, ana merkezden telsizle Sergei'nin hayatını alt üst edebilecek bir haber alır ve bunu Sergei'den bir süreliğine saklamak ister. Bu yalanlar ve korkular yüzünden karakterlerimiz yavaş yavaş kendilerini zehirli bir batağın içinde bulurlar.

Olayın güzelliği de burda, soyut olabilecek duygular somut ögelerle desteklenmiş işte. Biraz daha bir şeyler söylersem baba spoiler olacak, susayım.

Doğrusunu söylemem gerekirse, sabırlı bir insansanız gidin arkadaşlar. Gidin yani, her kuruşuma değdi 5 TeLe'cik olmasına rağmen. Kaçıranlar ve tekrar izlemek isteyen Ankara'lılar için söylüyorum; 24 Mart Perşembe günü saat 21:30'da Batı Sinemaları'nda bu filmi görebilirsiniz.



Yarın beklediğim filmlerden biri Akbaba / Carancho'ya gidiyorum. O zamana kadar görüşürüz.

Words, Some Words

Kayda değer = bir insan olmak istiyorum

Bütün erkekler aynısınız = Kız lafıdır, kadın lafıdır bilirsiniz. Erkekleri onlardan daha iyi bildiklerini iddia ederler. Biz erkekler de her sabaha karşı 4'te falan gizli ana karargahta toplanıp, "şöyle davranacaz, böyle yapacaz, şöyle iğrenciz biz" falan diye kararlar alıp evlerimize dağılıyoruz. Neden istisnasız 4'te kalktığımı falan sanıyorsunuz zaten. Şaka bir yana gerçekten yok öyle bir şey, dişi insanlar da bunun farkındalar zaten. Ben seviyorum sizi boşverin kim aynıymış, kim değilmiş...

Festival = "Madem konserlere gidemedim, ayağıma gelen bu fırsatı değerlendireyim" diyen Utku'nun gelenekselleştirdiği etkinlikler bütünü. Ankara Film Festival'i için bütçeme göre 5 güzel film işaretledim. Biletimi aldım. Sırasıyla Bitmeyen Yaz, Akbaba, Siyah Beyaz, Hücre 211, Hayatta Kalmak filmlerine. Tüm eşlik çalışmalarına açığım.

Akbaba (Carancho)= Sadece synopsis'iyle bile beni etkileyen bir film. Merakla bekliyorum.



Erotik Shop = Kızılay'da önünden geçerken, "içeri girelim mi ya?" diye bana soran 100. kişiye, bedava erotik shop gezisi ve sürpriz hediyeler!

Lay's Zeytinyağlı Kekikli Patates Cipsi = Bi ara tedavülden kalktığını düşündüm ama geri dönmüş sanırsam. On numaradır, evet. Gelin gitmeyi düşünüyorum bu cipse.

Behzat Ç. = Sırf polisiye dizisi diye kimi Kurtlar Vadisi takipçisinin sokakta koskoca Erdal Beşikçioğlu'yu görüp "Behzat komserim saygılar eha eha!" demelerini istemiyorum. O yüzden bu karakterle özdeşleşmesini istemiyorum. Dizi ayrı. Laf yok. agacinayetvar.

"Sevgilim değil mi kardeşim?" mentalitesi = Bu sözde felsefeye değinmesem olmazdı. Ayrıca "mentalite" kelimesinde bir problem yok, doğrudur çoğumuz onu "mantalite" olarak öğrendik. Ama kökü "mental"den falan gelir. TDK "mantalite" doğru lan aslında der falan ama neyse işte ne gerek var.

Sinir bozucu bir mantıktır. "Sevgili" olmadan önce deli gibi sevmeler, istediğini yapmalar, kurban olmalar evresi, o görünmeyen, o soyut (ki artık relationship status olayıyla birazcık somutlaştı) çizgi geçilince kendini sevdirmeler, istediğini yaptırmalar ve bir kaç şeyi kurban etmeler olayına dönüşür.

Tek şeker = Bana çok yamuk gelir. Ya "şekersiz" ya da "iki şeker"dir benim için çay. Tek şeker... Yani ne bileyim. Bi sinsilik var gibi tek şekerde.

En sevdiğim albüm en sağdaki

1 = TRT-1'in yeri
2 = TRT-2'nin yeri
3 = TRT-3'ün yeri
4 = TRT-4'ün yeri değil

"Kadınların efendi adam yerine piç adam tercihi" yüzünden piç adam olmaya karar veren kişi = Kötü bi karar vermiştir. Kendi değerlerine zerre saygısı yoktur. Başlığı tanımından uzun olmuştur ayrıca nerdeyse.

Post-Rock = Müzik "ulaştırma bakanlığı"ysa Post-Rock kesinlikle Devlet DemirYolları'dır. Ciddiyim. Hacettepe - Beytepe seferli 230'da bile kendimi "Scotland's Shame" ile Avrupa'nın herhangi bir düz ovasında bulmam, ya da Tibet yolunda hissetmem mümkündür.

Kadınlar = Yüzyıllardır ayrımcılık yüzünden çekmedikleri kalmamalarına rağmen her şeyi onlara borçlu olduğumuz, erkek kütüklüğü karşısında mükemmel estetiklerini koruyabilmiş, güzel topluluk.

Animals = En sevdiğim Pink Floyd albümüdür.

Öğrenci İşleri Binası = Senaryomdaki bir sahneyi orda çekmeyi çok isterdim. Yani o aklımdaki mekan burasıyla oldukça örtüşüyor.

Sınırlar = Sinir bozucudur. "Metal dinleyen, Trip-Hop dinlemez" gibi bir takım önermelere sebep olur. Ya da "Ben o kızı seviyorum ama sevgili gibi değil, bir babanın kızını sevmesi gibi" gibi ilginç isim koymalara teşvik eder. İlerde bir yazımda, kafamı toparladığım an değerlendirmek isterim bu mevzuyu. Ruhani bakmak lazım çünkü.

St. Patrick's Day = Bugün.

Bence bi mahsuru yok, her Pink Floyd sever kişi karizmatik işlerle uğraşacak değil.

5 = Sınıfın çok bilmiş, inek çocuğu
6 = Her tenefüs dışarı çıkıp kola kutusuyla maç yapan, pantolonu düşen çocuk
7 = Sınıfın yakışıklısı, ama çok sosyetik, piç, sinsi ve ucuz bi insandır.
8 = Güzel kızın yanında takılan, hafif şişman, ilkokulda beslenme çantasının içinden ganimet çıkaran, yuvarlak gözlüklü, çilli kız.
9 = Sınıfın hayaleti. Bakın ilkokul toplu fotoğraflarınıza, vardır bir tane soluk benizli, ince, uzun, sessiz bir tip.

Punk-Rock = Lisenin ilk zamanlarında dinlediğim müzik türü. Bence yabancı müzik skalamın gelişmesinde yardımcı oldu çok. Sonra herkes gibi benim de karanlık dönemlerim oldu, verdim kendimi Progressive'e, Tool'a falan. Ama "Sınırlar" mevzusunda da değindiğim gibi benim müzik zevkim "güzel müzik"tir.

Hiç kimse beni sevmiyor = Yalan. Hülya Avşar'ın bile sevildiği bu dünyada...

15-Ball / Rotation / Snooker = Birileriyle kapışmak istediğim bilardik oyun türleri.

Bilardik = "Bilardoyla alakalı" anlamına gelen kelime. Kaynak = Kıçım.

Nükleer Enerji = Isınmak için sürekli bunları yaptıran kişinin bir yerlerde cayır cayır "ısınacağı" kesindir.

motivate



Stop your fucking Baww'ing this instant. I am not here to comfort you, or to help you cry. I am not here to listen to your story and say, there there, everything will be ok. So stop fucking crying.

You want to know why I don't care about sadness? Because you shouldn't be sad. And I know, I know, this is serious shit, and it's important and you don't know what you are going to do now. But at the end of the day, it is the same shit that all of us go through.

For the past month I have been down and out. Over some broad that knows I love her, but doesn't love me. She thinks of my love only as being awkward. And she still wants me to be her best friend. On top of that, I am a failure in pretty much everything I do, and I have yet to do anything my parents can be proud of. But you know what?

I am fucking awesome.

Now, I will admit that I haven't held a dieing man in my arms, or any serious fucking shit, but it's all the same. People go through shit everyday of their lives, and that is what life is. So grab a beer, pop a top, and toast that you are still alive. Give a toast to those who aren't. Those that gave their lives so you can hate yours.

You are fucking awesome. But, you don't want to admit it. You go through shit day in and day out, and you live. You, are alive. This world cannot beat you. It cannot destroy you. There is no shame in defeat as long as the spirit is not conquered. So don't fucking give up. You are a good, decent person, who is in hard times. You deserve somebody. You deserve a hug. You deserve a kiss at night. You deserve a friend. Don't you ever fucking think differently.

You

Are

Awesome.

Start fucking acting like it.

Money and Run!

Unkle ile Nick Cave, single'larını yayınlamadan, Facebook üzerinden Soundcloud'da paylaşma gafletinde bulundular. O sırada -gurur duymuyorum, kusura bakmasınlar- kapızladım ve "ben girebiliyorum, siz de girin" YouTube'a upload ettim. Salak bi isim koydum bulunmasın diye.

So, here ya go...

Tricky Kid


Bristol'ın gururu, gülü, bi tanesi Tricky, İstanbul'a gideceğini gözümün önünde açıkladı. Neler oluyor bu sene böyle. UNKLE'a da gidesim geldi. Gerçi zaten vardı da kaçıracağımı kanıksamıştım artık. 22-23 Nisan'da İstanbul Ghetto'da Tricky olacak. Ve evet iki gün...

Bana da böyle yapmak kalıyor...

Ne?

En kelimesini kullanmaktan çoğunlukla kaçmışımdır. "En"den daha öncekileri hiçe saymaktır "en" kelimesi. Ama deniyorum be ne kaybederim. Şu sıralar, en sevdiğim;



Şehir: İstanbul (ama bana en uygun olan şehir Ankara'dır her zaman)
Yabancı şehir: Bristol - İngiltere (Ah götürün beni buraya)
Ülke: İrlanda (duygusal bağım var)
Mevsim: Sonbahar
Ay: Nisan veya Ekim bilemedim cidden
Gün: Cumartesi
Sayı: 21 tabiy
Alkolsüz içecek: Coca-Cola Zero
Alkollü içecek: Jack Daniel's Tennessee Whiskey

Tanrım ne deli gibi seviyorum bu diziyi

Yönetmen: Edgar Wright (Plase: QT ve Darren Aronofsky)
Erkek Oyuncu: Steve McQueen
Kadın Oyuncu: Audrey Hepburn
Güncel Erkek Oyuncu: Kevin Spacey (Plase: Simon Pegg)
Güncel Kadın Oyuncu: Summer Glau
Komedi Dizisi: The IT Crowd
Drama Dizisi: Firefly (bitirmeye kıyamadım)
Komedi Filmi: The Big Lebowski
Drama Filmi: The Fall
Bilimkurgu Filmi: Moon
Seri: Star Wars
Film Türü: Bilimkurgu



Erkek Solist: Mark Lanegan / Eşit derecede Nick Cave
Kadın Solist: Karin Dreijer Andersson / Eşit derecede Tori Amos
Müzik türü: Post-Rock (Indie maybe?)
Türk Grup: Replikas
Rock Grubu: Godspeed You! Black Emperor (Aslında Post-Rock)
Metal Grubu: Tool
Indie (Folk falan dahil) Grubu: Rock Plaza Central
Klasik Grup (Ne diyem?): Pink Floyd
Albüm: Neutral Milk Hotel - In The Aeroplane Over The Sea
Besteci: Ennio Morricone
Şarkı: Serious?



Oyun: Braid
Quote: "You don't have a soul, you ARE a soul, you have a body" --- C.S. Lewis
Araba: Aston Martin DB9 olsa gerek
Web Sayfası: 4Chan
Oyuncak: R2D2 tabiy
Meyve: Bildiğin klasik yeşil elma
Sebze: Kızartmasından ötürü patitis
Parfüm: Davidoff Cool Water
Renk: Gümüşsel gri (Nası nası?)
Koleksiyonum: Her parçasından tek tek gurur duyduğum tişörtlerim (Bunnar için bi yazı yazmayı bile düşünüyorum)
Tişörtüm: Well, koleksiyonun ilk parçası olduğu için belki Tool tişörtü. Ama Kermit ve Pulp Fiction "Playa" da en sevdiğim. Hepsi çocuğum gibi.
Tatlı: Düz adamım belki ama baklava delisiyim.

Daha da aklıma bi şey gelmedi. Gelince belki part 2 yaparım. Hadi dağılalım...

Fırtına - 22:32



“Mucizelere inanır mısın?” diye sormuştu kız.

Birlikte gülümsediler. Bu ortaklaşa yaptıkları tonla şeyden biriydi. Oğlan gülümsedi. Bu ona inanılmaz geliyordu. Nihayet gülümseyebiliyordu. Çocukluğundan beri o hareketin ne kadar sıcak, ne kadar iç ısıtan bir şey olduğunu unutmuştu. Kendini tekrar onu ilk kez gördüğü, ilk kez dokunduğu, ilk kez öptüğü zamanda gibi hissetti. Tekrar bulutların üstünde… Tekrar bi trende, manzarayı seyrederken.

Onunla ilk kez tanıştığı zamanı hatırladı. Kız, oğlanın mutlu bi hayat yaşadığını sanıyordu o yokken. Ama diğeri hiç öyle yaşamıyordu. Yaşamayı seviyordu, doğru, ama diğer insanlar için çok ürkütücüydü. Sürekli bi savaş halindeydi, artık daha fazla incinmemek için. O yüzden şu anda önünde duran kişiyi bi “kurtuluş” olarak görüyordu. Çok titiz davranmaya çalıştı, onunla beraber olduğu zamanlar, aşırı belki de. Ama bu ürkütücülüğü, ona acemilik olarak geri döndü. Ama bunların hiç biri önemli değildi. Kız, onu kurtarabileceğini biliyordu. O yüzden çok mutluydu o da. En azından oğlanı tanıdığına…

“Mucizelere inanır mısın?” diye sormuştu kız.

“Dün geceden beri.” diye ustaca cevapladı oğlan. Gülümsediler. Hatta güldüler içinde bulundukları korkunç duruma inat. Beraberce harika günler ve harika saatler geçirmişlerdi. Geçen 8-10 saat de (aslında zaman tutmamıştı oğlan, hayatında ilk defa anı yaşamaya karar vermişti, hiç bi şeyi bi kalıba uydurmaya çalışmadan) mükemmel saatlerdi ikisi için de.

“Seninle ilk defa bi şeyler içmeye çalıştığımızı hatırlıyor musun?” dedi çocuk gülerek.

“Ah, cidden bunu hatırlatmak istediğine emin misin?” diye gülerek karşılık verdi buna kız.

“Tanrım, sanki izdivaç programı gibiydi, öyle saçma bi şeyi nasıl yaptık, ‘Seninle tanışmak isterim’ demiştim. Off rezaletti.”

“İyi yapmıştın sen biliyo musun? O an bile demiştim ‘Sanırım bu çocuk çok farklı’ diye.”

Kız bir an duraksadı, sol tarafındaki ekrana baktı. Gülümseyerek “Sanırım zamanı geliyor” dedi.

İçten bi kahkaha attı çocuk, gözlerinden yaşlar süzülerek. Belki de o yüzden çok içtendi bu kahkaha. 8-10 saattir yaptığı gibi kızın elini tutmaya devam ediyordu. Belki başlarken hiç şüphesi yoktu ama bitiyordu işte. Nasıl kendi elleriyle bitirebilirdi ki?

Kendi kendine sorduğu bu soruyu kız farkında olmadan cevapladı. “İlk seninle yaşadığımı hissettim. Bana bu verdiğin ‘hayatı’ da sana borçluyum. O yüzden şu anda yanımda olmanı istediğim tek kişi sensin.”

“Peki neden ben? Neden ailen falan değil? Neden yanında başka bir arkadaşın daha yok?”

“Çünkü seni şu an şöyle görünce, içimden bir parçanın hala burada kalacağını biliyorum. Ben hep sende olacağım…”

İkisi birden son defa gülümsediler, tuzlu gözyaşlarını hissettikleri dudaklarıyla.

“Ben senin kollarında ölmek istiyorum…”

Derin bi nefes verdi çocuk titreyerek, gözlerindeki yaşlar hızlandı. Kalp atışları onu ilk gördüğü andan bile kuvvetliydi. Şimdi o kalbi ordan söküp atmak istiyordu, ama zaten birazdan olacak olan şey de buydu. İçinde var olduğunu hissettiği, kalbi şu an hayatının en büyük anlamına bağlı yaşam destek ünitesinin çektiği fişiyle birlikte söküldü.

Tek hareketle içindeki her şeyi koparmış oldu çocuk.

8-10 saattir yaptıkları gibi birbirlerine uzun zaman boyunca baktılar. Uzun uzun…

Son kez…

Kız titremeye başladı. Yatak da onunla birlikte sallanmaya. Kız titredikçe oğlandan akan gözyaşları şiddettini arttırıyordu. Kız yaşarken onu incitmekten korktuğu için yapmayı istemediği bir çok şeyi yapıyordu oğlan; onu sabit tutmaya çalışıyordu, ona sıkı sıkı sarılıyordu, ona “sevi seviyorum, seni çok seviyorum” diyordu defalarca.

Bu defa onu kırmayacağını bilmek çok güzeldi.

“Seni seviyorum…”

Kız yavaşladı. Artık titremiyordu. Hayatlarında bir çok şeyi aynı anda yaptıkları gibi, kız, son nefesini de oğlanla aynı anda verdi.

Sessizlik…

Oğlan kendine geldiğinde, kızın ona yukardan mutlu bir şekilde baktığına emindi. Artık o da mutluydu. Onları ayıran şeyin böyle bir hastalık olmasını yediremiyordu kendisine belki ama kız artık, oğlanın hayatı boyunca, kızın varlığına inanamadığı için uydurduğu bahaneden birini gerçekleştirmişti. Kız, artık oğlanın hayallerinde yaşıyordu.

Mucizelere inanıyordu, çocuk...

Fişi tekrar yerine taktı. “Boşa elektrik yakacak” diye düşündü, o anda bile. Galiba tekrar ürkütücü biri olmaya başlamıştı.

Kızın bardağından bir yudum su aldı. Kendini dünyasına geri götürdü. Karlı, puslu, kalabalığın içinde yalnızlığı yaşayacağı dünyasına…