Hastasıyım

Efendim şu sıralar şiddetli bir baş ağrısı çekmekteyim. Son 48 saatimin 47’sini uyanık geçirdiğim için, acıktığım için, bir şeyler içtiğim için, Galatasaray’ın Beşiktaş’a 2. Gol’ü atması için “Force” kullanmaya çalıştığım için gibi bir çok sebep bulabilirim. Ama aslında kronik olan bu baş ağrılarım bana genelde başka şeyleri anımsatıyor, hastaneler, ilaçlar, yıllardır yaşadığım kontroller gibi.

Hastanelere şu ana kadar pek çok sebepten dolayı gittim, egzamam, Gilbert Sendromum, tıp dünyasının adını koymadığı nörolojik rahatsızlığım (ki onlara göre hastalığım falan yok), göz (0.5 numara canım istediğinde takıyorum), Akciğer yırtığından dolayı ameliyat, kahve almak istemem gibi... Kimilerine bu ziyaretler ölüm gibi, işkence gibi gelirken ben seviyorum oralarda olmayı. Çoğu zaman da diyorum, “Yok mu bi paspas? Gireyim hastaneye gece-gündüz sileyim?” diye, o kadar seviyorum yani. Evet, ilginç bir özellik. Bana oralar her zaman huzur vermiştir. Özellikle kulaklarımdan, kulaklığım aracılığıyla anlamlı iki-üç nota süzüldüğü zaman işte oraları artık benim bahçem oluyor. Klip falan çekmelik...


"Sıs lan!"

Oraları sevmemin bir diğer nedeniyse hasta beden-sağlıklı ruh ikilemi. Hastalıklı bir beden içindeki kusursuz ruhu görebiliyorum ve asıl hayatın anlamını çözmeye yaklaşıyorum. Oraya gelen herkesin ayrı ayrı hikayeleri ve özellikleri olduğunu düşünmek büyüleyici geliyor bana. Ayrıca oraya gelenlerin hepsi hasta neredeyse, makam, mevki, soy farketmeksizin. (Güncel olsun diye söylüyorum) Bir tekel işçisiyle bir iktidar meclis üyesinin yanyana oturup sıra numaralarını beklebiliyorlar.

İlk büyük olayım hastaneyle ilgili akciğerimden ameliyat olmam, pnömotoraks diye bir şey oluşmuştu. İki zar arası yırtık gibi bir şey. Evde otururken kalbimin olduğu bölümden çok afedersiniz resmen “çıt” diye bir ses geldi. Kalpte bir rahatsızlık var sandım, acilen hastaneye kaldırıldım birden kendimi sedyede ameliyat olurken buldum. İzlediğim ilk ameliyat o tarihe rastlar. İzlediğim ilk canlı ameliyatın kendiminkisi olması da fenaymış düşününce. Hani filmlerde sedyeye kamera koyarlar, doktorlar “pıtı pıtı” bir şeylerle uğraşırlar ya, ona canlı canlı, gayet uyanık bir şekilde tanık oldum. Lokal anestezini ilginçliği işte, en keskin neşter bile gözümde neşterken, sol göğsümde keçeli kalem hissi yarattı, rengi de kırmızı.

Hastaneleri sevmem de o tarihten başlar. Orada kaldığım süre içinde (hatırlamıyorum, o kadar uzun bir süre değildi ama, 4 ya da 5 gün) göğsümden inen bir boru ve o borunun ucunda bir tüple dolaştım. O tüpü falan taşımam, tüpün arada sırada damacana gibi “bırolop bırolop” gibi çıkışlar yapması hoşuma gitmiyordu. Ama meğerse o tüpü çıkarmak ayrı bir işkenceymiş ya! Lokal anestezi de olsa hafifleticilere bu kadar bağımlı olan bu bünye, doktorun, boruyu göğsümden “haşırt” efekti eşliğinde çıkarmasına kayıtsız kalamazdı. Hayatımda yaşadığım en acı dolu andı.

Orada kaldığımda yanımda tabi “kööhhheeö!!” şeklinde öksüren, aşırı mukus salgılayan hastalar vardı, onlarla aynı odadaydım. Yani her gece yaklaşık dört kaplanla aynı odadaydım, çünkü “hırr, hırr” sesleri eşliğinde bir koro uykuma pek yardımcı olmuyordu. Galatasaray’ımın Leverkusen’e 5-0 yenilmesi de o tarihe rastlar. Ama bu kadar kötü şartlar altında olsam bile, o hastalıklı bedenler içinde bile, insanın ruhunun kusursuzluğunu hissedebiliyordum. İşte bu gerçeği hayatımda ilk defa hastanede farkettim (Yok özel değildi hastane).


“kööhhheeö!!”


Nörolojik rahatsızlığım yüzünden de çok defa gittim hastaneye... EEG’ler, MR’lar, EKG’ler havada uçuştu. Direkt olarak beynime ilk defa elektriği o zamanlar yemiş ve ikinci defa acıdan ağlamıştım (Birincisi tüp çıkarılırkendi.). Bir kaç hafta boyunca düzensiz hareket eden küçük, salak bir ışığı, gözlerimi hiç kapatmadan takip ettim. Yaklaşık 25-30 dakika bir sedyede uzanarak burnumdan nefes alıp ağzımdan şiddetli bir şekilde vermem istendi. Tabi akciğerleri sabıkalı olan benim bunu yapmam biraz sancılı bir süreci beraberinde getirdi (Cümleye gel). Her yerim karıcalandı falan, acayipti. Ama kendimi zor deneme süreçlerinden geçen bir Shaolin savaşçısı gibi hissediyordum. Yani sonunda “Aferin çekirge! Aha sana nunchaku (Mamçıka! Munçaka! Nançıkı!). Artık salla istediğin yere!” diye bir şey bekliyordum. Ama haftalar süren bu testler sonunda “Valla testlerde bir şey bulunmadı” deyip psikoloğa yolladılar beni. Ulan nasıl yok bi şey? Biraz daha bakın, saklanmış olmasın?! Psikoloğa zırlamam da o tarihe rastlıyor işte, az kişinin kulaklarını çınlatmadım o seansta...

Neyse efendim zamanında MS teşhisi bile konulan bu zorlu tedavi süreci “elde var sıfır” ile bitti. Gerçi artık pek nöbet (doktorlar öyle diyor) de geçirmiyorum, iyi oluyor.

Şimdi Word’de yazıyorum bu yazıyı, ikinci sayfayı da doldurmak istiyorum aslında, naber okuyucu?

Diyeceğim odur ki, hastanelerdeki o gerçekliği, o beyazlığı, o ruhları görmeyi seviyorum. Hafif pis ama hijyenik kokusu (hatta kantindeysen o kokuya bir de çay kokusu da ekleniyor, acayip oluyor kafalar) falan da hoşuma gidiyor. Arada “ADLİ TIP LABORATUVARI” yazan yerden gizemli ve hafif kaçık doktor ya da ajan havasında geçmek, bir ara sedyeyle son hız geçtiğim koridorlardan, yavaş yavaş ve etrafı seyrederek yürümek de güzel geliyor bana. Evet çoğu kişi sevmez belki, ama ben de bu çeşit bi sapığım naparsın?

Yazının başını gece, sonunu gündüz yazdığım için baş ağrısı pek kalmadı. Yine de ben bir ağrı kesici alayım, bir şey olmasın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder