Buraya Başlık Yazılacak


“Geç oldu yatsam mı artık?” sorusu her gece sorduğum sorulardan birisidir kendime. Tabi

bunun ardında önceki gece sadece bir saat uyuyabilmem, yarın sonlarında “101”, “109” gibi anlamsız sayıların bulunduğu derslerimin şahsi ve anlık psikolojimin dağılmasına sebep olması, ya da imkansızlıklardan kaldığım bu aşırı dinci, dar ama oldukça yeni erkek öğrenci yurdunun herhangi bi odasında, yanımda oda arkadaşım uyurken klavyeden sürekli “kıpı kıpı kıp kıpı” şeklinde ses çıkarmam gibi nedenler olurdu.




Ama bu sefer şöyle bi durmak istiyorum…



Kaç zamandır böyle bir gecenin geleceğini bekliyordum aslında. Yani genelde kulağımın içine giren Psychedelic, Progressive gibi adının söylenmesi zor ama bir o kadar da artislik olduğu müzik türünün bana yol göstermesiyle derdim “Hyp! Kendinle yüzleş!” diye. Ama bu gece Ennio Morricone ve Hans Zimmer bana yol gösteren… Sonsuz boşluktaki kalp atışlarımı kendime farkettiren müziğiyle… (Nasıl gönderme yaptım “A Heart Beats In Space”e…)




Ama yok ya merak etmeyin. Yani yüzbinlerce dolaylı tümlecin dolaştığı, nesnelerin çok belirtisiz olduğu cümleler kurmayacağım. Zaten istesem de kuramam. İyi yazamam öyle şeyler. Bakmayın böyle dediğime önceki yazılarımı beğendim yani, fena da tespitler yapmamışım. Ama yok, dediğim gibi;


Bu sefer kendimle yüzleşmek istiyorum…



Aslında hani iki satır üstte dedim ya “beğendim ya keratayı, iyi yazmış” diye. İşte biraz da onunla alakalı. Ama hadi kendimi anlamam için biraz bütün insanlığı gözlemlememe yardımcı olun.

En belirgin özelliklerimden biridir, kendimi aşağılamak. Yani şimdi ciddi olarak şöyle söylemem lazımdır ki, kendimi pek sevmem ve başıma hiçbir zaman gelmeyen iyi şeylerin, başıma gelmeme sebebinin hep kendim olduğunu düşünürüm. Bugüne kadar, “Truman Show’dur belki de lan hayatım” gibi absürd, “Tanrı beni şimdilerde cezalandırıyo, ama bak ilerde neler olcek!” gibi “ayy yazık!”, “acılarımla besleniyorum!” gibi de gotik ve salak tarzda düşüncelerim oldu o konuyla alakalı. Sonradan sanırım farkettim ki bu özelliklerimi kendimi millete acındırmak için çok yapıyormuşum. Ne kadar iğrenç ve ne kadar ezikçe bir şey yahu bu? O hareketlerim için tam şu gece o kadar pişmanlık duyuyorum ki…



Bi de bu dediğim olaylar artık bende istem dışı olmaya başlamış! Ve inanın bana bu eziklikten nasıl kurtulacağımı bilmiyorum! Ulan resmen kendimi acındırarak prim yapıyorum, ilgi çekmeye çalışıyorum ben be!


Bu yazıyı yazdığım şu gecenin öncesindeki gün bile yaptım… Bak hatta şu an bile…


Bugüne kadar bulamadığım “The One”ın sanki yazdıklarımı veya söylediklerimi duyarak; “Hoba! Kahramanım benim!” diye boynuma atlayacağı düşüncesinden ne zaman vazgeçeceğim? Ne zaman “Olur mu bebekim, biz varız yanında!” sözlerine karşılık “Bük… Bük…” (Evet ağlama efekti, gelmedi aklıma bi şey.) “Çok yalnızım, bu dünyada çıplak kaldım, aha böyle!” demeyip de, “Harbi lan, ko g*tüne! Hayat bana da güzel heralde!” diye daha çok gerçeği yansıtan bir tespit yapmaya başlayacağım?



Hayır lütfen bilen biri bana yardım etsin, bu genel insan psikolojisi midir? Yani ben-merkezcilik, karaciğer gibi, böbrek gibi somut bir şekilde içinde insanın, biliyorum. Ama herkes mi benim gibi üzgün hissettiği zamanlarda eksikliklerini kendi bedenine vurup, karşılık beklemekte? Eğer öyleyse bizim içimizdeki “Zen” maddesi ruhumuz bu somut, yaşayan vücut kadar mı değersiz? Öyle değilse de neden ben de kendimin bu kadar değerli olduğumu bildiğim halde, kendim gibi olmayıp, aha şu (bak şurdaki) ruhu diğerlerine farklı bir maskeyle tanıtıyorum? Böyle bir durum mudur hayatın bizi içine sokmak durumunda olduğu? Yani;


Herkes hayatın ne demek olduğunu anladığında mı ben “ko g*tüne!” diyebileceğim?



Valla Hypthekid’e inanmıyorum ama bi güç var…


Seviyorum hepinizi, siz de beni sevin de oyalanayım biraz daha…


(Not : Hiç düşünmeden yazdım, tutarsızsam da bu benim dangalaklığım… Ko g*tüne!)

(Not – 2 : Ennio babanın selamı var, memleketten bi avuç dolusu dinamit getirmiş, onlara bakıyoruz… Ulan ne güzel gönderme yapıyorum, hastayım kendime…)


…Now we are free!

TAKE ME TO THE HOSPITAL - 2



• Geçen blog yazımı Ankara’dan yazdım, bu Antalya’dan… Gelecek sefere de Tokat’tan yazmak istiyorum. Böylece ne kadar oynak bir yazar olduğum ortaya çıksın. Evet lan bohemim geziyorum, yazıyorum, tozuyorum!
• Hayır, öğrenciyim. Tatilde ailemi ziyarete geldim. Okuyorum, ağlıyorum. (Gerçeğin surata vurulması)
• Bazen kendimi öyle Uykusuz’daki, Penguen’deki yazarlar gibi hissetmeye çalışırken yakalıyorum. Evin içinde “Köşe yetişmeyecek!” diye koşan eşortmanlı (?) bi Hypthekid düşünsene… İşte o benim.
Olası Senaryo = “Makinalar beklemez!” (Mekan büyük ihtimal çamaşır makinası önü falan…)
• Diyorum ki, gençlik dizisi yapamıyorsunuz! Evet, ani ve sert giriş yaptım biliyorum ama öyle. Ne zaman “Gençlik dizisi olacaz biz!” diye fırlayan bi yönetmen görsem hemen birkaç bölüm sonrası aklıma gelir. Çünkü dizilerdeki gençler bölümler geçtikçe feci değişiyorlar. Galiba bu bir emir “Bölüm 4’ü geçtiniz, e buyurun size dizide kullanmalık biçak, silah ve bilumum ağır sanayi hamlesi falan” diyor prodüktörler…
• Prodüktör kimdir bilmiyorum di mi?
• Bi de şey var mesela bi lise dizisi çekiyosun. Seçtiğin oyuncuya bakıyorum. Sonra da kendime bakıyorum. (“Ulan bu herif lise, ben nasıl üniversiteyim lan o zaman” bakışı atmak, kaçmak!)
• Bu arada Word’ün yazım kılavuzu, “Hey dostum, prodüktör yabancı bir kelime, senin ağzına yakışmıyor… Gel onu biz “yapımcı” yapalım, ha? Ne dersin ortak, eski günlerdeki gibi… Sen ve ben…” yaklaşımı yaptı.
• “Lan” yazınca da “Argo sözcükler kullanmaktan kaçının” dedi.
• Yatarken üstümü de örtse ya Word…
Olası Senaryo = “Bana yazı yazdıktan sonra git bi ellerini yıka, bak bi klavye ne kadar pis! Ekrem amcalarını da hiç ziyarete gitmedin ayıp oldu onlara da..!”
• Tıkanan blogger’ların bir numaralı yardımcısı “Word Yazım Kılavuzu” katkılı yazım devam ediyor.
• Bugün Bruce Willis’in katıldığı türk yarışmasından, midem elverdiğince bi kuple izleyiverdim. Hemen aklıma geldi “Umarım sıkılmaz ya!” diye. Çünkü ekran karşısındaki bu bünye, çok da göreviymiş gibi, uluslar arası ünlüyü, Türk ekranlarında türlü şoparlıklara malzeme olarak görünce feci mahcup oluyo… Yani ben bi Bruce Willis’i hem Fener hem de Galatasaray atkısıyla gördüm ya, Beşinci Gücüm, Altıncı Hissim falan hepsi gitti, kapandı…
Ucuz bir Roman’a döndü hepsi!
• Evet, yaptığım bu metaforla (mecaz eğretileme, ben demiyorum Word öyle diyo…) gurur duyuyorum!
• Geçen günlerden bi gün sinema kurdu olan kuzenime, ciddi olarak IMDB’de gördüğüm “Kill Bill V3 geliyomuş olm!” haberini verdim. O da bana “Ulan bırak Bill’i, David Carradine (Bill’i oynayan şahsiyet) bile öldü! Saçmalamış IMDB!” dedi. Ben de “Ehi ehi, harbi ya!” diye güldüm, ama sonra çok utandım. Böyle bi şeyi akıl edemediğim için mi, dostlarım? Oh hayır, hayır! (Nooluyo lan?)
• Buradan kuzenime, Antalya – Ankara arası yapacağım yolculukta bana eşlik edecek bayan-yanı’ma selamlarımı yolluyorum…
Kişisel Not = Evet, kuzenimin de adı Kaan, ilginç bi tesadüf di mi?
• Saat 04.46 – Kulakta: Bat for Lashes – Pearl’s Dream…
• Guzzz…

TAKE ME TO THE HOSPITAL – 1



· Merabalar efenim, meraba, meraba… Ooo Salih abiler de buradaymış…

· Efenim bilirsiniz ki en zor şeylerden biri de başlamaktır. Buna sığınıp da bu berbat yazıya “ulan ilk yazım olur beyle şeyler eha eha” bahanesine sığınmayacağım. Ama başlamak gerçekten zordur.

· Onu bunu bırak (bir önceki maddeleri sıfırlamak, yok etmek, hiçe saymak… cık cık ayıp!) ben bu blogda ne işe yarayacağımı da bilmiyorum. Belki hikaye falan da yazarım diye girdim zaten.

· İşte başlangıç psikoloji demek istediğim bu… Hani “bizdeki ortam süper, aynı eve çıkalım” ya da “abi Boğaç’a da bası veririz, oldu mu sana grup” mantığının düşmanı olan. Olmuyor kardeşim işte olmuyor, yazık etme o minimal dimağa (Teşekkürler Cenk-Erdem)

· Ben bu bakkallardaki, marketlerdeki “24 Saat Açık” olayını anlayamıyorum. Ne yapar, ne eder hiç benim gibi düşündünüz mü? Bi gün gerçekten kalmak istiyorum o güzel insanın (gizli nesne = bakkal amca) yanında.

· Olası senaryo = (Saat gece 4 suları) Süleyman amca bi gofret daha açayım mı bea?!

· Yapmayın! Ne olur yapmayın! Eski kirli anılarınızı, gizli tutkularınızı, şimdi utandığınız şeyleri, ayıcasına yüksek bir ses tonuyla “ulan eskiden Burak Kut dinleyip dans ediyodum lan ekkeke ekkeke” bulunduğunuz ortama kusmayın. Hayır prim de yapamıyorsunuz, Allah kahretmesin! Burak Kut’un suçu ne ulan?!

· Kızan Hypthekid…

· Gazetede kendinden “3 yaş küçük A.M.K.” kısaltmasını gördüm ya, ölsem de chewing-gum…

· Dev Kampanya : Tez Canlı mısınız? = Teli eksik olsa bile akustik gitarınıza çanta alıp sırtınıza takıyor musunuz? Ya yeni aldığınız lap-top’u içi boş olsa bile, manyak manyak, gereksiz yerlere götürüyor musunuz? Bakkaldan alış-veriş yapıp ek olarak “yemekten sonra yerim” düşüncesiyle aldığınız gofret yolda bitiyor mu? Gençseniz, sakalınız yeni yeni yerleşmeye başladıysa, babanız size takım traş bıçağı seti aldığında, o hafta işe yaramayacak bile olsa, alındığı gün paketi açıyor musunuz? Evet siz öylesiniz!

· Bu arada hepsini ben de yaptım, okur… Öyle yalnızım ki!

· Elvis ve Kurt Cobain ölmeyip yaşadıkları o adaya Resul Balay’ı da alsa ya…

· “…Nazlı yarim haber salmış Viva Las Vegas diye…!”

· İğrençlikler için pardon kanka, sana puanım dokkuz!

· “I was looking back to see if you were looking back at me to see me looking back at you!”

Robert Del Naja

(safe from harm)



Hyp Strikes Back!

...

Bundan sonra buraya yazarım diyorum ya, olmaz mı?